“Beğeni ve beğenme tartışılmaz mı
diyorsunuz? Oysa bütün hayat beğeni ve beğenme üzerine bir tartışmadır.”
- Friedrich Nietzsche
Üst-insanın
öfkesini anlamak ötekiler için her zaman güç olmuştur. Çünkü ötekilerin öfkesi
kaçınılmaz bir şekilde ötekilerle ilgilidir ve üst-insanın öfkesini de doğal
olarak ben-olmayan’a karşı duyulan tipik içsel çatışmalara ve komplekslere
bağlama eğilimi içindedir. Ötekilerde sıkça rastlanan bu doğal eğilimin
kökenine inmeden önce üst-insanın bu anlaşılmayan öfkesi üzerine birkaç noktaya
değinmeyi uygun buluyorum.
İngilizcede
sağduyu anlamına gelen “common sense” deyimini açtığımızda ortak algı, ortak
eğilim anlamlarına ulaşırız. Bireysel psikolojide ortak ilgiye ve ortak mantığa
karşılık gelen sağduyu, Descartes felsefesinde her insanın ondan eşit derecede
pay aldığı ortak değer olarak karşımıza çıkıyor. Bu ortaklığın yalnızca
ötekiler âlemine özgü bir mekanizma olduğunu söylersem Nietzsche’nin bana büyük
ölçüde katılacağını düşünüyorum. Üst-insanı ötekilerden ayıran temel psikolojik
etken, kişisel üstünlük amacının ve bireysel kusursuzluk istencinin tamamen
farklı olmasıyla ilgilidir. Bu yüzden de üst-insanı ele alırken ötekilerin
toplumsal ilgi mekanizmaları pek işimize yaramayacak. Üst-insanın öfkesi
ötekilerden çok daha karmaşık temellere dayanıyor.
Bahsettiğim
öfke, bir kabullenememe durumudur. Ötekilerin de kendisi gibi üstün bir
sağduyuya sahip olduğunu sanması ve bu varsayımın gerçek hayatta makul bir
karşılığını göremediği için yanılgıya dönüşmesiyle başlayan bir kırgınlıkla
kendini gösterir. Bu kırgınlık, onun sorgulamasını ötekilere değil de kendi
içine yönlendirir. Çünkü onun için amaç ötekiler değil, bizzat kendisidir.
Nitekim üst-insan benliği bu sanrı sonrası yanılgı ile doğar ve bu öfke ile
parlayarak yükselir. Onun yükselişi, içinde taşıdığı bu ateşten beslenir.
Yabancılaşmak onun kanında vardır ve farklı şekillerde vuku bulan sanrıları bu
bağlamda engelleyici değil, aksine körükleyici rol üstlenir. Yani üst-insanın
öfkesi, ötekilerin zihinsel becerilerinin kendinden daha düşük olmasıyla başlar
ve bunun bir sonucu olarak anlamada ve yorumlamada yetersiz kalmalarıyla devam
eder.
Bu noktada
üst-insanın kendine duyduğu sevgiden de bahsetmek istiyorum. Elbette bu da
ötekilerin yanılgıya düştüğü konulardan biri olmuştur. Üst-insan ötekilerin
zihninde kendinden nefret eden, hayattan keyif almayan, kendi bencil dünyasında
hasetle yaşayan ucube yaratıklar olarak tasvir edilir. Oysa üst-insanın kendine
karşı yoğun, bağımsız ve bitmek tükenmek bilmeyen bir sevgisi vardır. Onun
duygularında tutkulu, düşüncelerinde coşkulu bir yaşam tarzını benimsemesi bazı
toplumsal hallerde canını sıksa da kendi iç kaynaklarıyla bunların üstesinden
gelebilir. Aslına bakarsak zaten bu can sıkıcı durumlara da ihtiyacı vardır.
Çünkü onun gelişimi, içinde taşıdığı bu sevgi ile öfkenin çatışmasına bağlıdır.
Hayatı boyunca birtakım değişimlere yelken açmak durumundadır ve her değişim,
kendi içinde yeni ve kökten bir gelişme sürecini tetikler. Unutmamak gerekir ki
her insanın özsel gelişimi, mutlaka değişimin görünmeyen kısmında gerçekleşir.
Değişim dış koşullara, çocukluk yıllarına ve duygulara bağlı olabilir. Gelişimi
göz önünde bulundurursak asıl önemli olan değişimin görünen kısmı değildir.
İşte ötekilik duygusunu alt edip üst-insanın gerçek dünyasına ulaşmak, kişinin
bu değişime getirdiği yoruma bağlıdır. Yorum önemlidir. Yolun ikiye ayrıldığı
noktada gözünü ötekilere dikip kendi içindeki ışığın önünü tıkayanlar
üst-insanın tutkulu ve coşkulu yaşamına kendi elleriyle dokudukları kalın
perdenin ardından bakacaklardır.
Toplumsal ilgi
ve biz duygusunun üst-insandaki karşılığının ötekilerle özdeş olmadığını
söylemiştim. Kapitalizmin ve devlet politikalarının biz duygusunu bireyler
düzeyinde içselleştirmeye çalışması ve bu konuda büyük ölçüde başarılı olması,
bugünkü toplumu ve toplumsal değer yargılarının çeşitliliğini inşa etmiştir.
Üretime bağlı piyasa ilişkilerini Marx’ın ya da Rousseau’nun gözünden değil de
bireysel psikolojinin temel argümanlarıyla ele almak gerekir. Bu incelemeyi
insanın en temel eğilimleri üzerinden dürüstçe yürütürsek daha gerçek ve
tarafsız çıkarımlara varılacağını düşünüyorum.
Bahsettiğim
toplumsal algı, bireyler arasında “yaygın olan” gibi garip bir şey üretiyor. Bu
şey bazen fikir, tanım, yargı veya “hayatın anlamı” olarak karşımıza çıkarken,
bazen nesne oluyor ve elden ele dolaşıyor. İşte üst-insanın dünya görüşüne göre
asıl ötekileştirme tam da bu şekilde gerçekleşiyor. Ben-olmayan’ın bilinçli
olarak ötekileştiğine şahit oluyor ve bunun karşısında üst-insan da kendi
kendini ötekileştiriyor. Bu ötekileşme, ‘ötekileştirilene karşı ötekileşme’
olarak kendini gösteriyor. Durum böyle olunca kendi aklının kontrolünü yitiren
ötekiler de üst-insanı kendi biz duygusunun dışına yerleştiriyor. Burada
bahsettiğim üretim aracı insan aklıdır. Topluma dayatılan düşünme tarzı, insan
doğasından sapmış düşünce tarzları üretiyor ve sahte düşünce piyasası üst-insanı
öfkelendiriyor. Toplumsal ilgisini yitirerek bir anlamda bu çarpıtılmış düşünce
sistemlerinden kendini koruyor. Bu koruma çoğu zaman doğal bir refleksle
gerçekleşiyor. Sonuç olarak üst-insan ile ötekiler arasında paylaşmaya değer
bir şey kalmıyor. Buna rağmen ötekilerin paylaşma istencinin ısrarla devam
etmesi ise başta belirttiğim gibi kişisel üstünlük amacıyla ilgili bir konu.
Şimdi
ötekilerin yarattığı bu sahte düşünce piyasasını ve kendi aralarındaki zihinsel
üretim ilişkilerini üst-insanın yöntemiyle inceleyelim. Üst-insan ötekilerin
düşünceleriyle değil, düşünme biçimleriyle ilgilenir. Yani fikrin ne olduğu
yerine nasıl ortaya çıktığını ele alırsak, fikrin doğruluğu üzerine daha
tutarlı bir tespitte bulunabiliriz.
Heidegger’in
de belirttiği gibi, kişiyi düşünmeye sevk eden birtakım konular vardır ve kişi
bu konular çerçevesinde düşünmeye çalışır. İçinde bir problem olduğunu
hissettiğimiz konular bizim temel düşünce alanımız olur ve oradaki problem
devam ettiği sürece biz o düşünce alanına ihanet edemeyiz. İstesek de o alandan
uzaklaşamayız, çünkü alt benliğimiz düşünme eyleminden önce o alana demir
atmıştır bile. Anlam dediğimiz şey aslında dolaylı olarak algılamadır. Değerler
ve duygular, düşünce nesnelerinin bize ifade ettiği işlenmemiş kavramlar
yığınından başka bir şey değildir. Bunlar algı süzgecinden geçerek “anlam”
kazanır. Bu anlam, daha sonraki düşünce nesnelerine de şekil vererek zihinde
yeni anlamlar doğurmaya devam edecektir. Fikirlerimiz, görüşlerimiz,
tercihlerimiz, zevklerimiz ve hatta inançlarımız dahi bu zincirleme yönelimler
sonucu zihnimizde yer edinir.
Nedenselliğe
dayalı olarak işleyen bu düşünme eyleminin sonunda zihnimiz, elde edilen
kavramları rasyonel bir dizgeye oturtur. Dış dünyada algımıza yansıyan herhangi
bir fenomen, duyular vasıtasıyla zihnimizde kendine özgü bir imge oluşturur. Bu
imge kaçınılmaz bir şekilde her insanda farklı bir duygu uyandıracaktır.
Yeryüzünde herhangi iki insan -aynı çocukluk dönemini paylaşsa dahi- özdeş
psikolojik etkilere maruz kalmış olamaz. Beş yaşındaki bir çocuğun sokaktaki
birkaç saniyelik gözlemlemesi bile onun hayatına gizli bir yön verecek,
dolayısıyla duyularından zihnine yansıyan imgeleri farklı duygularla
karşılayacak, bunun sonucunda kavramlara farklı anlamlar yükleyecektir. Zihnimizde
doğduğumuz andan itibaren çeşitli yansımalarla şekillenen bu anlamlandırma
mekanizması, doğal olarak fikirlerimizin ve tercihlerimizin de çeşitliliğini
sağlamaktadır. Ne var ki bu yansımaların çoğunun yanılsama olduğu da bir
gerçektir.
Bu durumda her
türden tartışmanın ve uzlaşmanın sistematiğini de yukarıda en basit haliyle
ifade etmeye çalıştığım usavurma yöntemiyle inceleyebiliriz. Birbirine zıt
görüşlerin, inançların, beğenilerin ve tercihlerin çatışmasında kaynağa inmek
gerekir. Nesneden imgeye, imgeden duygulara ve oradan da anlamlandırmaya varan
yolculuğun aşamaları üzerinde durulmalıdır. Bir kişinin herhangi bir görüşü
savunurken kullandığı argümanlar, bize o kişi hakkında tutarlı bilgiler vermeye
yetmez. Savunduğu şey matematiksel bir veri değildir, zira matematiksel
bilgiler savunulmaya veya ikna edilmeye ihtiyaç duyan türden bilgiler değildir;
kesindir ve tartışmasızdır. Oysa fikirler, duyguların kaynaklık ettiği, içeriği
ve rasyonel bağıntıları kişinin kendi anlamlandırma mekanizmasıyla oluşan ve
kesin olmayan türden sanılardır. O halde kişilere ait fikirlerin yol
göstericiliğine güvenmek bizi yanlış bilgiye götürecektir. Bunun sonucu olarak
da bahsi geçen fikirleri ortaya koyan argümanların da doğruluğundan emin
olamayız. Düşüncenin kendisini incelemeden önce özne (düşünen) üzerinde
durmalıyız. Neden böyle düşünüyor? Neden bunu tercih ediyor? Neden bunu
beğeniyor? Neden buna inanıyor? Bu nedenler bizi söz konusu kişiye ait
düşüncenin kaynağına götürecek olsa da bunlardan önce sorulması gereken çok
daha büyük bir soru var: İnsan neden belli düşüncelere, belli tercihlere, belli
beğenilere ve belli inançlara sahip olmak ister? Daha da önemlisi: Bilgi
içermeyen, sadece çocukluk kırıntılarının kavramlaştırılmasıyla oluşan bu
sanıları neden başkalarıyla paylaşmak ister? İnsanın özündeki bu onaylanma
istencinin kökeninde neler vardır?
Duraklarda,
otobüslerde, okullarda, kahvelerde; birden çok insanın olduğu her yerde
fikirler havada uçuşuyor. Kalabalığın herhangi bir noktasında durup şöyle
birkaç dakikalığına etrafa kulak kabarttığınız zaman çoğunlukla kendinden emin
bir şekilde fikir, görüş, beğeni veya inanç tartışması yapan insanların
hararetli konuşmalarına denk gelebilirsiniz. Yediden yetmişe herkesin kendince
doğruları var ve bu doğruları sanki kendilerinin birer parçasıymış gibi kabul
edip çılgınca savunuyorlar. Hiçbir düşünce, dünyadaki tüm insanlar için geçerli
veya doğru olamaz. Çünkü düşüncenin anatomisinde izafiyet vardır. Fizikte bile
farklı referans sistemlerinden edinilen matematiksel veriler birbirinden farklı
olabiliyorken insana ait herhangi bir düşüncenin mutlak olması tamamen
olanaksızdır.
Şimdi yukarıda
sorduğum soruları cevaplamaya başlayabilirim.
Birden fazla
insanın fikirlerinin çatışmasıyla oluşan tartışma ortamlarında bilgiden çok
çocukluk travmaları konuşur. Son yıllarda sosyal medya platformları, insanların
onaylanma ihtiyacını karşılayacak türden araçlar kullanarak üye sayısını
artırmaktadır. İnsanın ben-olmayan’ı küçümseme ve ona karşı argüman geliştirme
arzusu, sosyal medya ortamlarına olan ihtiyacın artmasına sebep oluyor.
Buralarda kendilerini olduklarından daha büyük ve değerli hissediyorlar. İşte
amaç da bu zaten: İnsanların kendilerini kusursuz ve şaşmaz birer otorite gibi
hissetmelerini sağlamak. Her istediğini mızmızlanıp ağlayarak elde eden,
dolayısıyla toplumsal ilgi mekanizması gelişmeden içi boş büyüyen çocuklar
ergenlik yıllarının depresif sancılarını buralarda dindirmeye çalışıyor. Güçsüz
olduğu için savaşıp alt edemeyenler vicdandan, dış görünüşünden veya ruhundaki
tutarsızlıktan kaynaklı aşağılık kompleksi olanlar maneviyattan ve inanç sistemlerinden,
baba parası yiyenler emeğe saygıdan, sözel yeteneklerini kullanamayanlar sahip
oldukları pahalı eşyalardan dem vurarak boşlukları kapatmaya çalışırken aslında
herkes en çok bahsettiği değerlerin altında ezilip ufalanıyor, kendinden
uzaklaşıyor ve zamanla kendini flu görmeye başlıyor. Bu flu görüntüye
yabancılaştıkça ona yeni anlamlar yükleme ihtiyacı duyuyor. Ona benzemeyen her
şeyi yumruklayarak kendini var etmeye çalışıyor. Bu yumruklama eylemi sadece
kendi fikirleriyle övünme olarak değil, başkalarının fikirlerini küçümseme
olarak da kendini gösteriyor. Bunun temelinde ise yetersizlik hissi var. Bakın,
burası oldukça önemli: Ötekilerin asıl problemi yetersiz olmaları değil,
kendilerini yetersiz hissetmeleri ve bunu kabullenemedikleri için de problemi
gidermek adına yanlış yöntemler
uygulamalarıdır. Ötekiler, ben-olmayan’ı olumsuzlayarak kendini var etmeye
çalışıyor; oysa insanın varlığı, kendini yine kendi aracılığıyla onayladığı
noktada anlam kazanır. Başkalarıyla fikir çatışmasına girmek varlığı parçalara
bölerek kişiyi kendisine yabancılaştırır.
Üst-insanın
herhangi bir düşünceyi ele alırken izlediği yol ötekilerden tamamen farklıdır.
Ötekilerin doğruladığı veya karşı çıktığı fikirlerin onun açısından hiçbir
geçerliliği yoktur. Onaylanma yoluyla var olmaz. Sahip olduğu düşüncelerin
kökenine cesurca inebilir ve kendi gerçekleriyle yüzleşebilir. Şöyle der:
“Kendini öyle sağlam yargıla ki çıkarımların, senin hakkında başkalarından
gelebilecek olası tüm eleştirilerden daha sert, daha kökten ve daha acımasız
olsun.” Kişi bunu en iyi kendine yapabilir; çünkü diğerlerine yaptıkları uçup
gider, ruhuna sinmiş sancıları ise döner dolaşır, yine ona kalır. Kaynağın
kendisi olduğunu bildiği için tutarsızlığın karanlığındaki fikirlerle boğuşan
ötekilerden farklı olarak kendisiyle barışık bir yaşam sürer. Sahip olduğu
hiçbir düşüncenin doğruluğunu birilerine ispatlama ihtiyacı hissetmediği için
tam anlamıyla saf bir akılla, özgürce düşünebilir. Ötekilerin fikir alanlarına
ötekilerin argümanlarından ve söz sanatlarından bağımsız bir akıl yürütme ile
girer. Onlara ait düşünceleri, tercihleri, beğenileri ve inançları ele alırken
onların dayanak ve gerekçeleriyle ilgilenmez. Ötekilerin görüş alanında
üst-insanın varlığı da tanımsızdır, çünkü kendi tekil alanını tanımlayamayan
kişi kimin ne olduğunu da bilemez. Kişinin savunduğu şey, zaten onun kendinde
yoksun gördüğü değerler hakkında yeterince ipucu verecektir. Ne kadar kendinden
emin görünmeye çalışıyorsa o kadar huzursuzdur. Ne kadar arkadaş canlısı
görünmeye çalışıyorsa o kadar dışlanmış ve terk edilmiş hissediyordur. Ne kadar
kabadayılık taslıyorsa o kadar güçsüz ve ezilmiş olduğuna inanıyordur. Hırs ve
haset dolu ataklar, yenilmişlik hissinden gelir. Ötekilerin öfkesi bunlardan
beslenir; ruhları başarıya, paraya, övgüye ve şöhrete açtır ama bunları elde
ettiklerinde bile huzursuzluk asla son bulmaz. Ben-olmayan tarafından
onaylanmak gibi hatalı bir amacın kölesi oldukları sürece de böyle yaşamak
zorundadırlar. Üst-insanın öfkesi ise bambaşka bir öfkedir; daha çok hayal
kırıklığından gelen buruk bir öfke. Hayatın bu kadar basit olması ve insanların
çok büyük bir çoğunluğunun bu basitliğin bilgisinden yoksun yaşaması
üst-insanın canını sıkmaktadır. Ötekilik bir kader değil, bir tercihtir.
İnsanın kendine en büyük haksızlığıdır. Ötekilerin yaşamı hiç bitmeyen ve
avuntularla beslenen bir kusursuzluk arayışıdır. Üst-insanın yaşamı ise
kusurların ve sınırların farkındalığıdır. Hayat beğeniler ve yargılar üzerine
tartışma ile harcanacak kadar değersiz değil. İnsanın kendisi de öyle. Yeter ki
bunun farkına varsın.