acizliğiyle övünen insan

Felsefe tarihi boyunca insan doğasına ilişkin sabit bir tanım getirmek, filozoflar için vazgeçilmez bir uğraş olmuştur. Standart felsefe lisans eğitimim süresince “insan nedir?” sorusuyla fazlaca muhatap olduğumu söyleyebilirim. Bunlar arasında Descartes’ın ve Nietzsche’nin insana ilişkin yaklaşımları beni derinden etkilemiş ve kendilerine hayran bırakmış olsa da benim asıl aradığım şey, salt felsefi disiplinin ötesindeki insan ruhu ve derinlere gizlenmiş temel eğilimlerdi. Yani psikoloji. Bana göre felsefe bize şeylerin temel bilgisini vermez; sadece bize bu bilgiye ulaşma yolunda “doğru” düşünme becerisi kazandırır. Şeylerin bilgisi bilimdedir. Felsefe ise bilimin belli bir disiplin altındaki yorumu olabilir. Felsefe insanların ne düşündüğünü ortaya koyar; psikoloji ise neden düşündüğünü. Ben daha çok ikincisi ile ilgileniyorum.


Felsefe – Psikoloji İşbirliği

İnsana ilişkin her konuda felsefe destekli psikolojiyi savunuyorum. Bence insan doğasını inceleyen bir felsefecinin en fazla ilgilenmesi gereken bilim psikoloji olmalıdır. Mesela Nietzsche’nin sürü ahlakı ile Descartes’ın sağduyu üzerine söylediklerini birleştirip Freud’un psikanalizi çerçevesinde yorumladığımızda mükemmel bir voltran ortaya çıkabilir. Genellikle Marx, Rousseau gibi “iyi kalpli” filozoflar ve bu filozofları benimseyen felsefeciler psikolojiyi pek sevmezler. Bunu anlamak o kadar da zor olmasa gerek. Bu filozofların insan doğasına ilişkin hayalperest yaklaşımları, derindeki aşağılık kompleksini görmemizi kolaylaştırıyor. Zira bir filozofun fikirlerinden yola çıkarak o filozofun nasıl bir çocukluk dönemi geçirdiği hakkında aşağı yukarı bilgi sahibi olabilirsiniz. Öte yandan psikolojiyi sevmemek, onu dışlamak bile tamamen psikolojiktir. “Felsefe gereksizdir” dediğiniz zaman aslında felsefe yapmakta olduğunuz kadar otomatik bir gerçekliktir bu. Benlik duygusu ve aşırı öz güven, bazen kişinin kendisini apaçık ele veren şeyleri görmesini engelleyebilir. Düşünmek çoğunlukla düşüncenin kendisini zihinden söküp alarak yerine birtakım sahte görüntüler koyar. İnsan bu görüntülere inanarak ve hatta bunları kendi varlığının bir parçası gibi alıp savunarak egoyu besler. Beslenen ego şişer, obez olur ve en tipik kişisel tatmin yollarını bile tıkayarak işlevsiz hale getirebilir.

Daha önceki yazılarımda da söylediğim gibi insanların ne düşündüğü, neyi savunduğu hiç önemli değildir. Asıl önemli olan insanları belli şeyleri düşünmeye, belli fikirleri savunmaya iten psikolojik etmenlerdir. Bu etmenlere inmediğimiz sürece birbirimizi anladığımızı iddia etmemiz de kronik bir hata olacaktır. İnsanların kişisel ve toplumsal değer yargılarının nasıl oluştuğu hakkında fazlaca kafa yoran biri olarak kendime edindiğim bu araştırma alanından vazgeçeceğimi zannetmiyorum. Çünkü bu uğraş her şeyden önce benim ruhumu diri tutuyor ve fikir çöplüğüne dönüşmüş sahte toplum tabakaları içerisinde çırpındıkça kaybolan insanlardan beni koruyarak zihinsel farkındalık kazandırıyor. Maruz kaldığım hiçbir eleştirinin yapısıyla ilgilenmem; eleştirme arzusunun altındaki itici gücün kökenine inmek daha doğrudur. Böylece eleştirinin duygusal etkisini sıfıra indirerek eleştiriden tam verim alabilirim. Fikirlerimiz acizliğimizden doğar. Her fikir, ruhsal birer boşluktur ve ben nerede bir ruhsal boşluk görsem, insan doğasına ilişkin yeni bilgi kırıntılarına ulaşmak adına heyecanlanır ve coşkuyla sorarım o fikir sahibi insana: “Neden böyle düşünüyorsun?”


Boşluk Doldurmaca

Boşlukları dolduruyoruz; bütün yaptığımız sadece bu. Çocukluk yıllarımızda belirlediğimiz değer yargıları çerçevesinde bizi önemli hissettiren şeylere yöneliyoruz. Yeni doğmuş bir bebeğin baktığı yeri bizden iyi gördüğü, dinlediği şeyi bizden iyi duyduğu kesin. İnsan yavrusunun bu üstün gücü, medeniyet filtresinden geçerek zamanla iyice köreliyor. Çünkü medeniyet, insan yavrusuna nasıl bakması ve neyi görmesi gerektiğini gösteriyor. Birey olmak için toplumda kabul gören dinamiklere katkıda bulunması gerektiğini, aksi halde dışlanacağını çocukluk döneminde iyice öğrenen insan, artık baktığı yerin tamamını değil de sadece işine yarayan kısmını görebiliyor. Bunun temel nedeni, kişiye dayatılan değer yargılarıdır. Belli bir yargı çerçevesinde baktığımız yerin tamamını görmemiz olanaksızdır. Dijital bir kameranın herhangi bir yargısı yoktur; kadrajında ne varsa görüntüde de o vardır. Ama insan arayıştadır, insan hırslıdır, insanın hedefleri ve yargıları vardır. Filtrelediği görüntüleri bir de değer yargılarıyla anlamlandırarak tekrar filtreden geçirir ve ortaya çıkardığı şeyle övünür. Övündüğü şey, kendi acizliğinden başka bir şey değildir.

“Bence” ile başlayan cümleler kurmayı seviyoruz, değil mi? Bence kesinlikle bunu seviyoruz! Peki, acaba neden bilimsellikten bağımsız bir şekilde bize göre doğru, güzel veya iyi olan şeylerden bahsetmeyi severiz? Sanırım böyle bir soruyu cevaplayabilmek için bilimselliğe bağımlı bir yol izlememiz gerektiğini öngörebiliriz. Bunun için yine psikolojiden yardım almak durumundayım, çünkü felsefenin “az gören” bir etkinlik olduğunu görebilecek kadar kötü bir felsefeciyim!


Çıkarım Yapma ve Bunu Paylaşma İstenci

Cornell Üniversitesi’nde yapılan psikolojik bir araştırma, bir şeyi bildiğimiz yönünde ısrarcı olmamızın sonuçları üzerine beklenmedik ipuçları vermektedir. Deneyde öncelikle katılımcıları kendisini belli bir konuda “uzman” görenler ve böyle bir iddiası bulunmayanlar şeklinde ikiye ayırdılar. Sonrasında ise bütün katılımcılara 15 farklı terim hakkındaki bilgilerini paylaşmalarını istediler. Fakat bu terimlerin üçü tamamen uydurmaca terimlerdi ve bunlar diğerlerinin arasına özellikle eklendi. Bu deneyin sonunda görüldü ki kendilerini belli bir konuda “uzman” gören grup, bu üç sahte terim hakkında “sözde” bilgilerini paylaşma konusunda diğerlerine kıyasla çok daha istekliydi.

Araştırma ekibi buna bağlı başka bir deneyde süreci bir anlamda tersine çevirerek katılımcıların kendilerini belli bir konuda “uzman” görmelerini tetikleyen önemli bir faktörü keşfettiler. Katılımcılardan rastgele bir gruba oldukça zor bir coğrafya testi, diğer bir gruba basit bir coğrafya testi verirken son bir gruba herhangi bir test vermediler. Deneyin sonunda yapılan oylamada kolay teste tabi tutulan katılımcıların kendilerini coğrafya konusunda daha yetkin buldukları ve kendilerini yetkin bulan bu katılımcıların sahte terimler hakkında da “bildiğini sandıkları” şeyleri paylaşmaya daha fazla meyilli oldukları gözlendi. Ayrıca araştırmacılar, bu tip insanların eğitim almaya daha az yatkın olduklarını da ortaya koydu.

Aslında bu deneylere benzer durumlarla gündelik hayatta sık sık karşılaşıyoruz. Bildiğimizi sandığımız bir konuda görüş alanımızı daraltan en önemli faktörün “bilmek” eyleminin kendisi olduğunu bilmiyoruz. Toplumda ve özellikle kişisel gelişim alanında kabul gören “kendine güven, sen önemlisin” mottosu iş dünyasında, insan ilişkilerinde ve sosyal medyada kendine sağlam bir yer edinmekte başarılı oldu. Belli bir konuda uzman olduğunu iddia eden ve bilgisiyle övünen insanlara dikkatle bakıldığında derinlere gizlenmiş ve gizlendiği için yeterince darbe görmemiş, çizilmemiş, yontulmamış egonun çocuksu çırpınışlarını görmek pek de zor olmasa gerek. Oysa ego, yontuldukça yerini bulur. Egoyu yontmak içinse şu “ben biliyorum” yazılı duvarların dışına, bilgi alanının ötesine yolculuğa çıkmak gerekir. Bilme ve bildiğini paylaşma istencinin dışına çıkabilen gözler çok daha fazla şey görecektir. Bilgi, çürütülebilen, görecelik içeren, belli bir yargı doğrultusunda ortaya çıkan ve asla gerçeklik taşımayan bir içerik temsilcisidir. Gerçeklik taşımayan şey insanı huzursuz eder. Bilgisiyle övünen insanlara bakınca apaçık fark edilen o iç burkan huzursuzluk tam olarak bu sebepten kaynaklanıyor. Huzur ise yargılardan uzaklaşabilen gözlerle mümkündür.

düşünmenin kökeni ve sahte düşünce piyasası üzerine


         “Beğeni ve beğenme tartışılmaz mı diyorsunuz? Oysa bütün hayat beğeni ve beğenme üzerine bir tartışmadır.”

- Friedrich Nietzsche








Üst-insanın öfkesini anlamak ötekiler için her zaman güç olmuştur. Çünkü ötekilerin öfkesi kaçınılmaz bir şekilde ötekilerle ilgilidir ve üst-insanın öfkesini de doğal olarak ben-olmayan’a karşı duyulan tipik içsel çatışmalara ve komplekslere bağlama eğilimi içindedir. Ötekilerde sıkça rastlanan bu doğal eğilimin kökenine inmeden önce üst-insanın bu anlaşılmayan öfkesi üzerine birkaç noktaya değinmeyi uygun buluyorum.


İngilizcede sağduyu anlamına gelen “common sense” deyimini açtığımızda ortak algı, ortak eğilim anlamlarına ulaşırız. Bireysel psikolojide ortak ilgiye ve ortak mantığa karşılık gelen sağduyu, Descartes felsefesinde her insanın ondan eşit derecede pay aldığı ortak değer olarak karşımıza çıkıyor. Bu ortaklığın yalnızca ötekiler âlemine özgü bir mekanizma olduğunu söylersem Nietzsche’nin bana büyük ölçüde katılacağını düşünüyorum. Üst-insanı ötekilerden ayıran temel psikolojik etken, kişisel üstünlük amacının ve bireysel kusursuzluk istencinin tamamen farklı olmasıyla ilgilidir. Bu yüzden de üst-insanı ele alırken ötekilerin toplumsal ilgi mekanizmaları pek işimize yaramayacak. Üst-insanın öfkesi ötekilerden çok daha karmaşık temellere dayanıyor.


Bahsettiğim öfke, bir kabullenememe durumudur. Ötekilerin de kendisi gibi üstün bir sağduyuya sahip olduğunu sanması ve bu varsayımın gerçek hayatta makul bir karşılığını göremediği için yanılgıya dönüşmesiyle başlayan bir kırgınlıkla kendini gösterir. Bu kırgınlık, onun sorgulamasını ötekilere değil de kendi içine yönlendirir. Çünkü onun için amaç ötekiler değil, bizzat kendisidir. Nitekim üst-insan benliği bu sanrı sonrası yanılgı ile doğar ve bu öfke ile parlayarak yükselir. Onun yükselişi, içinde taşıdığı bu ateşten beslenir. Yabancılaşmak onun kanında vardır ve farklı şekillerde vuku bulan sanrıları bu bağlamda engelleyici değil, aksine körükleyici rol üstlenir. Yani üst-insanın öfkesi, ötekilerin zihinsel becerilerinin kendinden daha düşük olmasıyla başlar ve bunun bir sonucu olarak anlamada ve yorumlamada yetersiz kalmalarıyla devam eder.


Bu noktada üst-insanın kendine duyduğu sevgiden de bahsetmek istiyorum. Elbette bu da ötekilerin yanılgıya düştüğü konulardan biri olmuştur. Üst-insan ötekilerin zihninde kendinden nefret eden, hayattan keyif almayan, kendi bencil dünyasında hasetle yaşayan ucube yaratıklar olarak tasvir edilir. Oysa üst-insanın kendine karşı yoğun, bağımsız ve bitmek tükenmek bilmeyen bir sevgisi vardır. Onun duygularında tutkulu, düşüncelerinde coşkulu bir yaşam tarzını benimsemesi bazı toplumsal hallerde canını sıksa da kendi iç kaynaklarıyla bunların üstesinden gelebilir. Aslına bakarsak zaten bu can sıkıcı durumlara da ihtiyacı vardır. Çünkü onun gelişimi, içinde taşıdığı bu sevgi ile öfkenin çatışmasına bağlıdır. Hayatı boyunca birtakım değişimlere yelken açmak durumundadır ve her değişim, kendi içinde yeni ve kökten bir gelişme sürecini tetikler. Unutmamak gerekir ki her insanın özsel gelişimi, mutlaka değişimin görünmeyen kısmında gerçekleşir. Değişim dış koşullara, çocukluk yıllarına ve duygulara bağlı olabilir. Gelişimi göz önünde bulundurursak asıl önemli olan değişimin görünen kısmı değildir. İşte ötekilik duygusunu alt edip üst-insanın gerçek dünyasına ulaşmak, kişinin bu değişime getirdiği yoruma bağlıdır. Yorum önemlidir. Yolun ikiye ayrıldığı noktada gözünü ötekilere dikip kendi içindeki ışığın önünü tıkayanlar üst-insanın tutkulu ve coşkulu yaşamına kendi elleriyle dokudukları kalın perdenin ardından bakacaklardır.


Toplumsal ilgi ve biz duygusunun üst-insandaki karşılığının ötekilerle özdeş olmadığını söylemiştim. Kapitalizmin ve devlet politikalarının biz duygusunu bireyler düzeyinde içselleştirmeye çalışması ve bu konuda büyük ölçüde başarılı olması, bugünkü toplumu ve toplumsal değer yargılarının çeşitliliğini inşa etmiştir. Üretime bağlı piyasa ilişkilerini Marx’ın ya da Rousseau’nun gözünden değil de bireysel psikolojinin temel argümanlarıyla ele almak gerekir. Bu incelemeyi insanın en temel eğilimleri üzerinden dürüstçe yürütürsek daha gerçek ve tarafsız çıkarımlara varılacağını düşünüyorum.


Bahsettiğim toplumsal algı, bireyler arasında “yaygın olan” gibi garip bir şey üretiyor. Bu şey bazen fikir, tanım, yargı veya “hayatın anlamı” olarak karşımıza çıkarken, bazen nesne oluyor ve elden ele dolaşıyor. İşte üst-insanın dünya görüşüne göre asıl ötekileştirme tam da bu şekilde gerçekleşiyor. Ben-olmayan’ın bilinçli olarak ötekileştiğine şahit oluyor ve bunun karşısında üst-insan da kendi kendini ötekileştiriyor. Bu ötekileşme, ‘ötekileştirilene karşı ötekileşme’ olarak kendini gösteriyor. Durum böyle olunca kendi aklının kontrolünü yitiren ötekiler de üst-insanı kendi biz duygusunun dışına yerleştiriyor. Burada bahsettiğim üretim aracı insan aklıdır. Topluma dayatılan düşünme tarzı, insan doğasından sapmış düşünce tarzları üretiyor ve sahte düşünce piyasası üst-insanı öfkelendiriyor. Toplumsal ilgisini yitirerek bir anlamda bu çarpıtılmış düşünce sistemlerinden kendini koruyor. Bu koruma çoğu zaman doğal bir refleksle gerçekleşiyor. Sonuç olarak üst-insan ile ötekiler arasında paylaşmaya değer bir şey kalmıyor. Buna rağmen ötekilerin paylaşma istencinin ısrarla devam etmesi ise başta belirttiğim gibi kişisel üstünlük amacıyla ilgili bir konu.


Şimdi ötekilerin yarattığı bu sahte düşünce piyasasını ve kendi aralarındaki zihinsel üretim ilişkilerini üst-insanın yöntemiyle inceleyelim. Üst-insan ötekilerin düşünceleriyle değil, düşünme biçimleriyle ilgilenir. Yani fikrin ne olduğu yerine nasıl ortaya çıktığını ele alırsak, fikrin doğruluğu üzerine daha tutarlı bir tespitte bulunabiliriz.


Heidegger’in de belirttiği gibi, kişiyi düşünmeye sevk eden birtakım konular vardır ve kişi bu konular çerçevesinde düşünmeye çalışır. İçinde bir problem olduğunu hissettiğimiz konular bizim temel düşünce alanımız olur ve oradaki problem devam ettiği sürece biz o düşünce alanına ihanet edemeyiz. İstesek de o alandan uzaklaşamayız, çünkü alt benliğimiz düşünme eyleminden önce o alana demir atmıştır bile. Anlam dediğimiz şey aslında dolaylı olarak algılamadır. Değerler ve duygular, düşünce nesnelerinin bize ifade ettiği işlenmemiş kavramlar yığınından başka bir şey değildir. Bunlar algı süzgecinden geçerek “anlam” kazanır. Bu anlam, daha sonraki düşünce nesnelerine de şekil vererek zihinde yeni anlamlar doğurmaya devam edecektir. Fikirlerimiz, görüşlerimiz, tercihlerimiz, zevklerimiz ve hatta inançlarımız dahi bu zincirleme yönelimler sonucu zihnimizde yer edinir.


Nedenselliğe dayalı olarak işleyen bu düşünme eyleminin sonunda zihnimiz, elde edilen kavramları rasyonel bir dizgeye oturtur. Dış dünyada algımıza yansıyan herhangi bir fenomen, duyular vasıtasıyla zihnimizde kendine özgü bir imge oluşturur. Bu imge kaçınılmaz bir şekilde her insanda farklı bir duygu uyandıracaktır. Yeryüzünde herhangi iki insan -aynı çocukluk dönemini paylaşsa dahi- özdeş psikolojik etkilere maruz kalmış olamaz. Beş yaşındaki bir çocuğun sokaktaki birkaç saniyelik gözlemlemesi bile onun hayatına gizli bir yön verecek, dolayısıyla duyularından zihnine yansıyan imgeleri farklı duygularla karşılayacak, bunun sonucunda kavramlara farklı anlamlar yükleyecektir. Zihnimizde doğduğumuz andan itibaren çeşitli yansımalarla şekillenen bu anlamlandırma mekanizması, doğal olarak fikirlerimizin ve tercihlerimizin de çeşitliliğini sağlamaktadır. Ne var ki bu yansımaların çoğunun yanılsama olduğu da bir gerçektir.


Bu durumda her türden tartışmanın ve uzlaşmanın sistematiğini de yukarıda en basit haliyle ifade etmeye çalıştığım usavurma yöntemiyle inceleyebiliriz. Birbirine zıt görüşlerin, inançların, beğenilerin ve tercihlerin çatışmasında kaynağa inmek gerekir. Nesneden imgeye, imgeden duygulara ve oradan da anlamlandırmaya varan yolculuğun aşamaları üzerinde durulmalıdır. Bir kişinin herhangi bir görüşü savunurken kullandığı argümanlar, bize o kişi hakkında tutarlı bilgiler vermeye yetmez. Savunduğu şey matematiksel bir veri değildir, zira matematiksel bilgiler savunulmaya veya ikna edilmeye ihtiyaç duyan türden bilgiler değildir; kesindir ve tartışmasızdır. Oysa fikirler, duyguların kaynaklık ettiği, içeriği ve rasyonel bağıntıları kişinin kendi anlamlandırma mekanizmasıyla oluşan ve kesin olmayan türden sanılardır. O halde kişilere ait fikirlerin yol göstericiliğine güvenmek bizi yanlış bilgiye götürecektir. Bunun sonucu olarak da bahsi geçen fikirleri ortaya koyan argümanların da doğruluğundan emin olamayız. Düşüncenin kendisini incelemeden önce özne (düşünen) üzerinde durmalıyız. Neden böyle düşünüyor? Neden bunu tercih ediyor? Neden bunu beğeniyor? Neden buna inanıyor? Bu nedenler bizi söz konusu kişiye ait düşüncenin kaynağına götürecek olsa da bunlardan önce sorulması gereken çok daha büyük bir soru var: İnsan neden belli düşüncelere, belli tercihlere, belli beğenilere ve belli inançlara sahip olmak ister? Daha da önemlisi: Bilgi içermeyen, sadece çocukluk kırıntılarının kavramlaştırılmasıyla oluşan bu sanıları neden başkalarıyla paylaşmak ister? İnsanın özündeki bu onaylanma istencinin kökeninde neler vardır?


Duraklarda, otobüslerde, okullarda, kahvelerde; birden çok insanın olduğu her yerde fikirler havada uçuşuyor. Kalabalığın herhangi bir noktasında durup şöyle birkaç dakikalığına etrafa kulak kabarttığınız zaman çoğunlukla kendinden emin bir şekilde fikir, görüş, beğeni veya inanç tartışması yapan insanların hararetli konuşmalarına denk gelebilirsiniz. Yediden yetmişe herkesin kendince doğruları var ve bu doğruları sanki kendilerinin birer parçasıymış gibi kabul edip çılgınca savunuyorlar. Hiçbir düşünce, dünyadaki tüm insanlar için geçerli veya doğru olamaz. Çünkü düşüncenin anatomisinde izafiyet vardır. Fizikte bile farklı referans sistemlerinden edinilen matematiksel veriler birbirinden farklı olabiliyorken insana ait herhangi bir düşüncenin mutlak olması tamamen olanaksızdır.


Şimdi yukarıda sorduğum soruları cevaplamaya başlayabilirim.

Birden fazla insanın fikirlerinin çatışmasıyla oluşan tartışma ortamlarında bilgiden çok çocukluk travmaları konuşur. Son yıllarda sosyal medya platformları, insanların onaylanma ihtiyacını karşılayacak türden araçlar kullanarak üye sayısını artırmaktadır. İnsanın ben-olmayan’ı küçümseme ve ona karşı argüman geliştirme arzusu, sosyal medya ortamlarına olan ihtiyacın artmasına sebep oluyor. Buralarda kendilerini olduklarından daha büyük ve değerli hissediyorlar. İşte amaç da bu zaten: İnsanların kendilerini kusursuz ve şaşmaz birer otorite gibi hissetmelerini sağlamak. Her istediğini mızmızlanıp ağlayarak elde eden, dolayısıyla toplumsal ilgi mekanizması gelişmeden içi boş büyüyen çocuklar ergenlik yıllarının depresif sancılarını buralarda dindirmeye çalışıyor. Güçsüz olduğu için savaşıp alt edemeyenler vicdandan, dış görünüşünden veya ruhundaki tutarsızlıktan kaynaklı aşağılık kompleksi olanlar maneviyattan ve inanç sistemlerinden, baba parası yiyenler emeğe saygıdan, sözel yeteneklerini kullanamayanlar sahip oldukları pahalı eşyalardan dem vurarak boşlukları kapatmaya çalışırken aslında herkes en çok bahsettiği değerlerin altında ezilip ufalanıyor, kendinden uzaklaşıyor ve zamanla kendini flu görmeye başlıyor. Bu flu görüntüye yabancılaştıkça ona yeni anlamlar yükleme ihtiyacı duyuyor. Ona benzemeyen her şeyi yumruklayarak kendini var etmeye çalışıyor. Bu yumruklama eylemi sadece kendi fikirleriyle övünme olarak değil, başkalarının fikirlerini küçümseme olarak da kendini gösteriyor. Bunun temelinde ise yetersizlik hissi var. Bakın, burası oldukça önemli: Ötekilerin asıl problemi yetersiz olmaları değil, kendilerini yetersiz hissetmeleri ve bunu kabullenemedikleri için de problemi gidermek adına  yanlış yöntemler uygulamalarıdır. Ötekiler, ben-olmayan’ı olumsuzlayarak kendini var etmeye çalışıyor; oysa insanın varlığı, kendini yine kendi aracılığıyla onayladığı noktada anlam kazanır. Başkalarıyla fikir çatışmasına girmek varlığı parçalara bölerek kişiyi kendisine yabancılaştırır.


Üst-insanın herhangi bir düşünceyi ele alırken izlediği yol ötekilerden tamamen farklıdır. Ötekilerin doğruladığı veya karşı çıktığı fikirlerin onun açısından hiçbir geçerliliği yoktur. Onaylanma yoluyla var olmaz. Sahip olduğu düşüncelerin kökenine cesurca inebilir ve kendi gerçekleriyle yüzleşebilir. Şöyle der: “Kendini öyle sağlam yargıla ki çıkarımların, senin hakkında başkalarından gelebilecek olası tüm eleştirilerden daha sert, daha kökten ve daha acımasız olsun.” Kişi bunu en iyi kendine yapabilir; çünkü diğerlerine yaptıkları uçup gider, ruhuna sinmiş sancıları ise döner dolaşır, yine ona kalır. Kaynağın kendisi olduğunu bildiği için tutarsızlığın karanlığındaki fikirlerle boğuşan ötekilerden farklı olarak kendisiyle barışık bir yaşam sürer. Sahip olduğu hiçbir düşüncenin doğruluğunu birilerine ispatlama ihtiyacı hissetmediği için tam anlamıyla saf bir akılla, özgürce düşünebilir. Ötekilerin fikir alanlarına ötekilerin argümanlarından ve söz sanatlarından bağımsız bir akıl yürütme ile girer. Onlara ait düşünceleri, tercihleri, beğenileri ve inançları ele alırken onların dayanak ve gerekçeleriyle ilgilenmez. Ötekilerin görüş alanında üst-insanın varlığı da tanımsızdır, çünkü kendi tekil alanını tanımlayamayan kişi kimin ne olduğunu da bilemez. Kişinin savunduğu şey, zaten onun kendinde yoksun gördüğü değerler hakkında yeterince ipucu verecektir. Ne kadar kendinden emin görünmeye çalışıyorsa o kadar huzursuzdur. Ne kadar arkadaş canlısı görünmeye çalışıyorsa o kadar dışlanmış ve terk edilmiş hissediyordur. Ne kadar kabadayılık taslıyorsa o kadar güçsüz ve ezilmiş olduğuna inanıyordur. Hırs ve haset dolu ataklar, yenilmişlik hissinden gelir. Ötekilerin öfkesi bunlardan beslenir; ruhları başarıya, paraya, övgüye ve şöhrete açtır ama bunları elde ettiklerinde bile huzursuzluk asla son bulmaz. Ben-olmayan tarafından onaylanmak gibi hatalı bir amacın kölesi oldukları sürece de böyle yaşamak zorundadırlar. Üst-insanın öfkesi ise bambaşka bir öfkedir; daha çok hayal kırıklığından gelen buruk bir öfke. Hayatın bu kadar basit olması ve insanların çok büyük bir çoğunluğunun bu basitliğin bilgisinden yoksun yaşaması üst-insanın canını sıkmaktadır. Ötekilik bir kader değil, bir tercihtir. İnsanın kendine en büyük haksızlığıdır. Ötekilerin yaşamı hiç bitmeyen ve avuntularla beslenen bir kusursuzluk arayışıdır. Üst-insanın yaşamı ise kusurların ve sınırların farkındalığıdır. Hayat beğeniler ve yargılar üzerine tartışma ile harcanacak kadar değersiz değil. İnsanın kendisi de öyle. Yeter ki bunun farkına varsın.

karakter yargıçları

Bu kara blogda yaklaşık iki yıldır yazmıyorum. Bunun başlıca sebebi, yazılarımda belirttiğim keskin yargıların birçoğunda yanılmış olduğum gerçeği. Sosyal medyada beni takip eden herkes bilir ki sıkıcı ve antipatik bir üslupla onu bunu eleştirir, sert ve kendinden emin yargılarda bulunurum. Burada çizdiğim “Aylak Filozof” kimliği, kendi tabiatım hakkında ufak tefek ipuçları verse de büyük derecede benden bağımsız bir karakter. Bu karakter bana daha kapsamlı ve yaratıcı bir bakış açısı kazandırdığı için yazılarıma “sanal özne” olmaya devam ediyor.

Burada şimdiye kadar genellikle karamsar ve öfkeli yargılarda bulundum. Yalnızlığı övüyordum çünkü insan olmanın özündeki algıyı yanlış yorumluyor ve herkesin hayatına kapalı bir anlayışla yaklaşıp kendi penceremden dünyayı seyrediyordum. Yalnızlığı gerçekten tanımlamak için sokağa çıkıp “insanların arasına karışmak” gerekiyormuş. Aşkı ve sevgiyi kötülüyordum çünkü hayatımda bana aşkın özünü hem bakışlarıyla hem de eylemleriyle anlatan kadın hayatıma henüz girmemişti. Ona ulaşmak için feminen travmalarla dolu bir dizi psikolojik şiddete maruz kalmam gerekiyormuş. Ne var ki toplumla ilgili fikirlerimin hemen hiçbiri değişmedi bu süreçte. Benim geçirdiğim dönem, daha çok bireysel bir devrim içeriyordu. Bireysel devrim iyi bir şeydir bu arada. Halkların devrimi gibi kısır döngü içermez. Her neyse.

Bu süre zarfında hem psikoloji bilimi üzerine bilgimi genişlettim, hem de insanları izlemeye daha fazla vakit ayırdım. İnsanlar –benim de iki yıl öncesine kadar yaptığım gibi- konuşmayı çok sevdiği için hayatın bazı gerçeklerinden mahrum kalıyorlar. Peki insan neden yargıda bulunmak ister?

Zerdüşt gibi yalnızlık sığınağından çıkıp insanların arasına karışmanın elbette bazı zorlukları var. Sizin hakkınızda bazen yüzünüze karşı, bazen arkanızdan konuşan; karakter özelliklerinizle ilgili olumlu ya da olumsuz atıp tutan insanlar mutlaka bulunur. Öncelikle mizah anlayışınız zayıf olmayacak. Bu sizi güçlü kılar. Olayları kafanızda sentezlerken mizahî bir filtreden de geçirmelisiniz. Bu tıpkı Aylak Filozof’un kazandırdığı gibi farklı bir bakış açısı daha kazandırır. Karşınızdaki insanın gözünden dünyaya bakabilme gücü, onun anlayacağı dilden konuşmak için seviyenizi ayarlamanıza yardımcı olur. Kendi özünüzün farkındalığı ise kontrolü sağlayarak zihninizin dinginliğini ve akıcılığını korur.

Herhangi bir insanın benim karakter özelliklerim hakkındaki yorumunu ele alırken yargıda bulunan kişide üç farklı şeye dikkat ederim:

            1. Söz konusu yargıyı psikolojik argümanlarla temellendirebiliyor mu?

            2. Kaç farklı ortamda bulunmuş ve insanların arasına ne kadar karışmış?

            3. Beni ne kadar iyi tanıyor?

Aslında üç madde de birbiriyle bağıntılı. Biri hakkında karakteristik özellikler bakımından konuşacaksam, bunu psikolojiden destek alarak yapmalıyım ki zihnimde tasarladığım kavramlar ve sanılar gerçek dünyaya aktarırken bilimsel geçerlilik kazanabilsin. Aksi halde yaptığım şey, içi boş ve bir yığın bence'den başka bir şey olmaz. Bir kişiyi tanıdığımı söylüyorsam, onun geçmişten bugüne kadar geçirdiği duygusal ve sosyal değişime tanıklık etmem gerekir. Ona özgü 'toplumdaki ben' ve 'bendeki toplum' kavramlarına hakim olmam gerekir. Ayrıca farklı insanların farklı hikayelerini dinlemiş, farklı perspektiflerden bakabilme yeteneğimi güçlendirmiş olmam gerekir. Bunların dışında zihinsel yetkinlik de son derece önemli. Kişinin rutin zorlukların dışına çıkmadan belli insanlarla tek tip ve hijyenik bir yaşam sürüyor olması, kendi hayatına yetkin olmadığı anlamına gelir. Henüz kendi hayatına dahi yetkin olamamış birinin başkalarının karakter analizini yapma konusunda yetkin olması da söz konusu değildir. Çevrenizde kişisel hayallerine ulaşmış, mutlu ve huzurlu görünen üst tabakadan insanların bile birilerini eleştirmeye ve aşağılamaya çalıştığına tanık olmuşsunuzdur. İşte bunun da kökeninde aynı yetkinlik problemi var. Bunun yanında tatmin olamayan hırslarla, hasetle ve nevrotik bozukluklarla dolu bir yaşam da söz konusudur. Böyle kişiler, hayatta ne kadar başarı elde etseler de kendilerini her zaman mağlup hissedecek ve aşağılık kompleksiyle birilerini eleştirme ihtiyacı duyacaklardır.

Bir de paylaşma istenci var. Doğruluğundan emin olmadığınız şeyi paylaşma ihtiyacı hissedersiniz. Oysa bir kişi hakkındaki bence'lerinizi bilimsel metodlarla temellendirip gerçek bir fikir sahibi olursanız, vardığınız sonucu söz konusu kişiyle paylaşma istenciniz de otomatik olarak ortadan kalkacaktır. Kötü olduğunu kendinize ispatladığınız insanları hayatınızdan çıkarırken söz konusu kişilere onları kötü yapan etmenleri açıklamak durumunda değilsiniz. Yani basit bir söyleyişle; kişiler hakkındaki negatif fikirlerinizi paylaşma istenciniz, gerekçelerinizden emin olmadığınızı gösterir.

Tek tek kişiler hakkındaki yorumlarınız, aslında daha çok sizin zekanız ve karakteriniz hakkında ipuçları içeriyor. Birilerini kendi üslubunuzla, kendi yöntemlerinizle, kendi aklınızca yargılarken içinde bulunduğunuz ruh halini ele veriyorsunuz. Kişiler hakkındaki eleştirileriniz, korkularınıza, bastırılmış arzularınıza ve komplekslerinize gizlenmiş öfkenin sözcüklere dökülmüş halinden başka bir şey değil.

hiç

Gerçeğin anlamsızlaştığı yerdeyim artık,
Sonsuzun sıfıra dönüştüğü yerdeyim…
Düzensizlik son derecesine ulaştı.
Uzaktakiler ve yakındakiler;
Hepsi aynı, hepsi tek
Ve hepsi hiç…

Varlık yokluğun içine saklanmış,
Çürümeye başladı bile.
Bense titriyorum bir köşede…
Oturuyor muyum, yoksa ayakta mıyım?
Algılarım kilitlenmiş.
Ne korku, ne acı, ne de huzur;
Duygularım çalışmıyor artık…

Eylemsizlik için akıyor zaman.
İlerledikçe hızlanıyor,
Hızlandıkça savruluyor kelimeler…
Ve tüm özelliklerim siliniyor.
Tüm kurallar çiğneniyor.
Yerle bir oluyor fizik yasaları…
Farklı kavramlar eşitleniyor tamamen.
Hiçbir şey görmediğimi görüyorum.
Boyutsuz, şekilsiz ve renksiz evren!
Artık biliyorum;
Ya sen yoksun
Ya da ben yokum…

kendimdeyim













Aklımı yitirdiğim, düşlerimi katlettiğim, ruhuma sarılıp sessizce ağladığım yerdeyim. Ağlamak sadece üzüntü veya sevinç ifade etmiyormuş; bunu öğreniyorum ağlarken. Burada kimseler göremez beni. O yüzden huzuru gerçek haliyle hissediyorum, yansımalarıyla değil.


Kendimdeyim...

Burada gülmek, sevinmek, heyecanlanmak gibi olgular yok. Umut yok burada; dolayısıyla acı da yok. İçten bir kabulleniş var. Çirkin, sahte, bayat ve gelip geçici olan her şeye karşı sonsuz bir kabulleniş.


Kendimdeyim...

Yüz kaslarım yorgun, yüz kaslarım küskün. Etki-tepki, sebep-sonuç ilişkileriyle uğraşmaktan vazgeçmiş zihnim, karanlığın dinginliğiyle sevişiyor. Burada aynalar yok; çünkü aynalara gerek yok.


Kendimdeyim...

Kavramların çatışmasını izliyorum köşemde. Savaştan yorgun düşmüş bedenim karıncalanıyor. Yolda mızrağımı ve kalkanımı bıraktım da geldim kendime, onlar olmadan daha gerçeğim.


Kendimdeyim...

Zihnimi katmanlarca sarıp zehirleyen perdelerden sıyrılıyorum. Perdeler açıldıkça görüntünün özü ile görünen arasındaki farkı anlıyorum. Anlamak, görmekten daha anlamlı; biliyorum. Ama bilmek, herhangi bir şey hissettirmiyor burada. Çünkü bildiğim şey o kadar gerçek ki, hislere ve sözcüklere hiç bulaşmıyor. O yüzden anlatmak istesem de anlatamam tam olarak.


Kendimdeyim... Hepsi bu.

twitter fenomenleri

Twitter, hayat üzerine tespit yapmayı kendine misyon edinmiş genç fenomenlerle dolu. Çoğunlukla 'aşk' ve 'ego' üzerine iddialı tespitlerde bulunan bu fenomenler kimdir? İnsanüstü varlıklar olduğunu sandığınız bu kişiler, gerçek hayatta tanrısal güçlere sahip birer bilge gibi mi yaşıyorlar?


Çok net bir cevap vereyim: Bu fenomenlerin büyük çoğunluğu, hayatı boyunca babasının parasını yiyerek yaşamış asalak ergenler ile insanlar tarafından dışlanmış, sevgilisi tarafından terk edilmiş ve bunu gururuna yedirememiş, sorunlu bireylerden oluşuyor. Burada 'asalak ergen'lerin asalak yaşam tarzını eleştirmiyorum. Aslında bu bir eleştiri yazısından çok, bir 'farkındalık' yazısıdır. Yüce irade, üstün otorite sahibi insanlar olduğu sanılan bu fenomenlerin, gerçek hayatta zavallı ve pasif karakterler olduğunu bilenlerin de var olduğunu vurgulayan bir farkındalık yazısı. Etkisi altına aldığı karşı cins okuyuculardan oluşan kitleyi, cinsel fantezilerini uygulama kanalı olarak kullanan bu fenomenlerin sayısı her geçen gün artıyor. Elbette buna paralel olarak, onlara prim verenlerin sayısı da artıyor.


Asalak yaşam tarzını eleştirmediğimi söylemiştim. Ortada traji-komik bir durum var: Bu fenomenler, henüz hiç tecrübe etmediği olgular ve kavramlar hakkında boylarından büyük tespitlerde bulunuyorlar. Birkaç talihsiz ilişki yaşayıp kalemine sarılan her genç yazar, kendisini Nazım Hikmet ya da Charles Bukowski sanıyor. Bu sanrı, ona prim veren okuyucu sayısıyla doğru orantılı olarak tamir edilmesi zor, hastalıklı bir kibir haline geliyor. Yazılarını süslerken işin içine cinselliği de katarak, kendilerine "aşkın her halini yaşamış melankolik yazar" görünümü katıyorlar; ve siz, edebiyatın ve manevi kavramların içine eden bu insanlara 'fenomen' diyorsunuz.


Ben onlara "soytarı" diyorum...


Henüz anne-babasının şefkatli kollarından ayrılıp, doğanın ve gerçek hayatın pisliğine bulaşmamış bu hijyenik yazarların anlayış sistemindeki 'gurur' kavramı da sağlıksız bir şekilde gelişiyor. Emeğiyle para kazanmanın ne olduğunu bilmeyenler "onur ve gurur" hakkında komik ve tutarsız tespitlerde bulunurken, karşı cinse beslediği duyguların karşılığını alamadığı için 'ulaşılmaz adam/kadın' imajına bürünerek ruhunu tatmin etmeye çalışanlar "aşk ve sevgi" üzerine içi boş kelimelerle atıp tutuyorlar.


Bu bir sahtekârlıktır.


Ne var ki bu farkındalık yazısı, kendi içinde büyük bir çelişkiyi barındırıyor. Çünkü bu soytarılara "yazar" diyen zavallı çoğunluk, burada bahsettiğim 'onur' kavramı hakkında hiçbir şey bilmiyor. Zaten bilselerdi, prim vermezlerdi. Bu yüzden de azınlık, bu soytarıların yarattığı zavallı kitlelere uzaktan bakıp, farkındalığın sessiz yalnızlığını yaşamaya devam edecek. Çoğunluğa acıyorum; ama inanın, hiç üzülmüyorum.

bu bir hayal değildir














Anılar arasında dolaşırken küçük bir çocuğa rastladım. Dikkatle bakınca farkettim ki, o çocuk bendim. Oyuncaklarıyla oynarken kendi kendine konuşuyordu, dublörlük yapıyordu onlara. "Ne şizofrenik bir çocukmuşum." diyerek bir süre izledim. Gözlerimi kısarak inceledim çocuğu. Evet, bu işi yapsa yapsa o yapabilirdi.

Usulca yaklaşıp saçlarını kavradım. Korkuyla yüzüme baktı. Gülümsedim, "Korkma ufaklık, ben yabancı değilim" dedim. Rahatlamıştı, hemen inandı bana. Kendisiyle karşı karşıya olduğunu hissetmiş olmalıydı. Özür dileyerek başını okşadım. Uzatmak istemiyordum, "Fazla vaktini almayacağım" diyerek eline silahı tutuşturdum. Tuhaf bir refleksle sıkı sıkıya kavradı silahı. Soğukkanlılığını koruyordu.

"Senden hayallerimi öldürmeni istiyorum." dedim, "Bunu sadece sen yapabilirsin."

Alaycı bir yüz ifadesiyle bana baktı. Sonra silaha baktı gülerek. Ani bir ciddiyetle tekrar yüzüme bakarak,

"Sen buraya gelmekle hayallerini zaten öldürmüş oldun." dedi.

Şaşırdım, "Nasıl yani?"

O anda silahı kafasına dayayıp tetiği çekti. Patlayan kafatasının içinde bir kağıt parçası ilişti gözüme. Üstünde şu not yazılıydı:

'Bu bir hayal değildir.'

paçavra

İnsana ait tüm güzel duyguların bir sınırı vardır. Sevgi, nefrete doğru ilerlemeye meyillidir; nefrete dönüşmek ister. Nefret duygusu, sevginin özgürlüğe ulaşmış halidir. Duygularınızın özgürlüğünü kısıtladığınızda ise, acı çekmeye başlarsınız. Bu acının 'sevgi uğruna fedakârlık' olduğuna inanarak kendinizi kandırırsınız; oysa bu, duygularınızın özgürlük istencine engel olmanızdan kaynaklanan bir reflekstir. Bir anlamda diyebilirim ki; acı, özgürlüğe kavuşmamış 'güzel' duyguların protestosudur.


'Güzel' duygular, içinde iyi niyet barındıran duygulardır; insana ve insanlığa beslenen her türlü iyi niyetli duygunun cezası vardır. Bu cezayı göze alma derecesine göre ahlaklı olduğunuza inanırsınız. Bu çok aptalca! İyi niyetiniz, ahlak değerinizi belirleyen bir unsur değildir. Bu daha çok sizin 'aptallık' derecenizi belirler.

Her insan, özünde kötüdür. Kötülük, insan doğasının özüdür, mayasıdır. Şimdi bu noktada iyi-kötü ile çirkin-güzel zıtlıklarını ayırmak durumundayım. İnsan, özünde 'kötü' bir tasarım olsa da, aynı zamanda içinde 'güzel' duygular da yaşatabilen bir tasarımdır. Güzel duygular besleyerek kendi içsel yapısındaki kötülüğü dengede tutmaya çalışan zavallı bir tasarım. Ne var ki özgürlük hali, ruh için kaçınılmazdır. İstisnalar, buna ömrümüzün yetmediği durumlardır.

Sevgiyi ele alalım. Dillerde paçavra olmuş en popüler duygudur. Elbette ki sınırı vardır. Sevgiden nefrete doğru uzanan yolda bazı ara durumlar vardır; bunlar, nefret duygusunun fragmanıdır.

Umursamazlık. Bu bir duygu değildir. Zaten sevgi ve nefret arasındaki hiçbir ara form, bir duygu ifade etmez. Umursamazlık, bir tavırdır; hatta daha çok bir işaret, bir sinyal.

"Seni seviyorum."

Bunu duymak, birçoğunuz için harika bir duygu enjeksiyonudur. Bu enjeksiyondan 'güzel' anlamlar çıkarmayı seversiniz. Evet, işte tam olarak bundan bahsediyorum; sevdiğiniz şey, bir insan değildir. "Seni seviyorum" dediğiniz insanı değil, kendi duygularınızdan 'güzel' anlamlar çıkarmış olmayı seversiniz aslında. Bu sevgi, İçinde umursamazlığı da barındırır.

"Ben harika bir insanım, çünkü sevebiliyorum."

Bu bir kendi kendini aldatma eylemidir. Bu bir sanrıdır. Bu sanrı, ruhunuzdaki kötülüğü dengede tutacaktır. Kendi özündeki kötülüğün farkındalığına ulaşamayan, kötülükle harmanlanmış bir tasarım olduğunu kabul etmek istemeyen zavallı ruhlar, sevgi ile teselli bulurlar.

Şunun altını çizmek isterim ki, burada 'sevgi' kavramını küçümsemiyor, aşağılamıyorum. Sevmek, onursuz ve çirkin bir eylem değildir. Her seferinde tahmin ettiğim gibi sonuçlansa da, halen icra ettiğim bir duygudur. Onu dışlamıyorum; bana acı verdiğini bile bile sahipleniyorum, besleyip büyütüyorum. Zira acı çekmek, benim için sadece faydalı değil, aynı zamanda zorunlu bir eylem. Ama burada acı çekmenin erdeminden bahsetmeyeceğim. Konu bu değil.

Sınırlardan bahsetmiştim. Hayatınıza sonradan giren her insan için sevginin bir sınırı vardır. Bu 'hayatınıza sonradan giren' insanları özellikle ayırıyorum; zira burada bahsettiğim sevgi kavramı, ebeveyn sevgisinden net bir çizgiyle ayrılır. Ebeveyn sevgisi hakkında daha derin tespitlerim var; buradaki konunun içeriğini bozmak istemiyorum.

"Seni seviyorum" sözünün geçersiz ve içi boş bir duyguyu ifade ettiğini kanıtlayan belli bir zaman dilimi vardır. Bu zaman dilimi, sevginin sınırlarını belirler. Sizi sevdiğini söyleyen her insanın bir tahammül sınırı vardır; kimse koşulsuz-şartsız sevemez. Bunu yapay bir umursamazlık haliyle test edebilirsiniz. Bir süre sonra sizden vazgeçecek, başka sevgilere yelken açacaktır. Bunu hepiniz yapıyorsunuz.

"Kendini sev."

Bu sözü hep yanlış anladınız. Bu yüzden yelkenleriniz hep açık olacak. Sevgiyi başka limanlarda aramaya devam edeceksiniz. Ömrünüz, oradan oraya paçavra gibi sürüklenip durmakla geçecek.

Tıpkı benim gibi.

aptalın sandığı




Aptalsın.

Bu yazıyı okuyan gözler aptal. Bu yazıyı yazan kişinin ukala biri olduğu yönündeki tespitlerin, önyargı sistemin, bugüne kadar edindiğin savunma ve saldırı mekanizmaların; hepsi, ama hepsi aptalca.

Aptalsın sen.

Aptal olduğunu kabullenemeyen zavallı halinle, şu yüzündeki ifadeyle, kılcal damarlarına pompalanan kibrinle, her şeyinle koca bir aptalsın.

Bir şeyler düşünürsün, ya da düşünmezsin. Anlayamadığın zamanlarda -düşünmeyi tercih etmediğini savunarak- yan çizersin. Senin ciğerini bilirim ben. Beni dinle; sen o sandığın şey değilsin. Düşündüğün kadar aptal, düşünmediğin kadar hiçsin…

Bazen etrafındaki insanlara sataşır, onları eleştirirsin. Bazen ise, tevazu gösterip, iyi polis olmaya çalışırsın. Engin fikir ve tecrübelerin vardır; ışık saçarsın etrafına. Yardımsever bir iyilik meleği oluverirsin. Sanki sen tanrısal güçlere sahipsin. Sanki sen sütten çıkmış ak kaşıksın. Sanki sen ahlak vekili, sözü dinlenen bir otorite ya da bilge insansın. Beni dinle; sen o sandığın şey değilsin. Sen koca bir aptaldan başka hiçbir şey değilsin. İnsanları eleştirdiğin kadar aptal, hoşgörülü olduğun kadar hiçsin.

Okuduğun kitap sayısıyla doğru orantılı olarak büzüşen beyninin, okudukça büyüdüğünü sanıyorsun. Sandığın gibi değil. Okudukça körelen algıların, insanları tanımak ve insanlığı tanımlamak arasındaki ince farkı keşfetmek için yetersiz bir hale geliyor. Etrafındaki insanları cehaletle suçlarken, daha fazla, daha fazla aptallaşıyorsun. Beni dinle; sandığın gibi değilsin. Okuduğun kadar aptal, okumadığın kadar hiçsin.

Bazen sevilmek istiyorsun, ama sevmeyi denemiyorsun. Bazen seviyorsun, ama sevilmiyorsun. Bazen hem sevdiğini, hem de sevildiğini sanıp uyuşuyorsun. “Uyumlu olmak” ile “uyuşmak” farklı şeylerdir, ama sen ayırt edemiyorsun. Sanıyorsun ki, insanların senin bir tutam zavallı sevgine ihtiyaçları var. Sanıyorsun ki, dünyada gerçekten sevebilen en erdemli insan sensin. Sanıyorsun ki, sen olmasan tüm dengeler bozulacak. Beni dinle; sen o sandığın şey değilsin. Sevdiğin kadar aptal, sevmediğin kadar hiçsin.

Şimdi bu yazıyı okuduktan sonra hissettiklerin ve hissetmediklerin; hepsi aptalca. Küçümsemek için gereksiz yere hızlandırdığın metabolizmana yazık. Beni dinle; sandığın gibi biri değilsin. Ne olmak istediğin gibisin, ne de görünmeye çalıştığın gibi. Beni umursamadığın kadar aptal, umursadığın kadar hiçsin.


Şimdi sandığı kapat ve sandığın gibi yaşamaya devam et, koca aptal.

erkek milleti

Kadınların erkeklerle ilgili tespitleri genellikle yanlıştır; çünkü genellikle genelleme yapılır.

"Erkek milleti nankördür."

"Erkek milleti iki yüzlüdür."

"Erkek milleti odundur, duygusuzdur."

"Erkek milleti aptaldır."

...

Peki kimdir bu 'erkek milleti' dedikleri? Bu bir cumhuriyet midir? Ya da bağımsız bir familya mı?

Saygıdeğer kadınlar; ('bayan' yerine 'kadın' tercihimdir.)
Neyin peşindesiniz bilmem ama sizlere şunu önemle belirtmek isterim ki 'erkek milleti' diye bir şey yok. Tıpkı 'kadın milleti' diye bir şeyin olmadığı gibi. Erkeklerden soyutlanıp ötekileşme çabasının altında, 'erkeklik' kavramının özünü irdeleyememiş bir bilinç vardır.

Feminist dalganın kadınlara enjekte etmeye çalıştığı 'ötekileşme' hareketinin iki belirgin çıkış noktası var:

1) "Şu erkekleri bir türlü anlamıyorum." kafası:

Bu kafa, aşağıda bahsedeceğim ikinci tür kafaya göre biraz daha uyumlu sayılır. Erkekleri anlamamak, genelde basit bir ironidir; daha çok kişiseldir. Yani kendi erkeğinin 'davranış bozukluğu' olarak gördüğü hallerini eleştirerek, bir anlamda erkeği küçümseyen bakış açısıdır bu.

Kadının erkeği küçümsemesi, tıpkı erkeğin kadını küçümsemesi gibi basit bir 'güçsüzlük' belirtisidir. Ama güçsüzlükten daha kötü bir şey varsa, o da tembelliktir. Önyargılar, anlık tepkilerden yola çıkarak varılan tespitler, işin özündeki 'sevgi' ve 'emek' unsurlarını gölgede bırakıyor. Bunun sonucunda da kadın, erkekleri anlamadığını söyleyip geçiyor konuyu.

2) "Ben bu erkek milletinin ciğerini bilirim." kafası:

Bu, diğerine kıyasla daha tehlikeli bir kafa. Başından onlarca ilişki geçmiş, hepsinden 'kendince' dersler çıkarıp köşesine geçmiş tecrübeli kadın kafasında psikolojik travmalar vardır. Geçmiş ilişkilerinde dışa vuramadığı öfkeyi, feminist akımın 'erkekler aptaldır' anlayışına sığınarak dışa vurmaya çalışan kadınların tespitleri ne kadar güvenilir olabilir ki...

Feministlerin hatası 'erkekler' hakkında tespitte bulunmakla başlıyor. Çünkü ilgilenmeniz gereken 'erkekler' değil, 'erkek'tir. Erkek milleti yerine kendi erkeğinize yoğunlaşırsanız, daha 'gerçek' tespitlere ulaşacağınızdan hiç şüpheniz olmasın.

Saygılar.